20 Ocak 2014 Pazartesi

93 Harbi

93 Harbi ya da 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı,  
Osmanlı padişahı II. Abdülhamit ve Rus çarı II. Alexander döneminde yapılmış olan bir Osmanlı-Rus Savaşı'dır. Rumi takvime göre 1293 yılına denk geldiğinden Osmanlı tarihinde 93 Harbi olarak bilinir. Hem Osmanlı Devleti'nin batı sınırındaki Tuna (Balkan) Cephesi'nde, hem de doğu sınırındaki Kafkas Cephesi'nde savaşılmıştır. Savaşa hazırlıksız yakalanan Osmanlı Devleti, çok ağır bir yenilgi almış ve balkanlar üzerindeki hakmiyetinin kalkmasına neden olmuştur.. İngiltere ve Fransa Rusların güçlenmesini istemediklerinden dolayı bu savaşta Osmanlıları desteklemişlerdir.

Türk tarihi için çok önemli dönüm noktalarından biri olan 93 Harbi henüz bütün yönleriyle incelenmiş değerlendirilmiş değildir. Halbuki  günümüze kadar uzayan ve günümüz Türk dış politikasını ve diğer sosyal meseleleri de yakından ilgilendiren pek çok problemin tohumlarının 93 Harbi ve sonrasındaki siyasi gelişmelerde aranmalıdır. Batılılarca Şark Meselesi çerçevesinde palazlandırılan ve Türk dış politikasını uzun yıllar meşgul eden ve hala da etmeğe devam  eden sözde bir Ermeni meselesinin sisyasi tohumları harp sonrasında imzalanan Atastefanos ve Berlin Antlaşmalarında atıldı. Öte yandan  Kıbrıs meselesi de 93 hrbi siyasi sonuçlarından biridir.  Bunun ötesinde Kafkasya ve Balkanlardaki istikrarsızlık ve çalkantılarda 93 Harbin sonrasında oluşmuştur. Balkanlar ve Kafkaslardan Anadoluı’ya yapılan göçler ise 93 harbinin sosyal ve ikitisadi boyutlarından biri olarak gözükür.


Savaşın başlıca sebepleri
Osmanlı Devleti'nde yaşanan azınlık isyanları, 
Osmanlı hazinesi Sultan Abdülmecit’in döneminden beri yapılan aşırı harcamalar sonucu Avrupa’ya karşı ağır bir şekilde borçlanmıştı ve bu borçları ödeyebilmek için Balkanlardaki vergileri yükseltmişti. Bu ağır vergiler Balkan halkları arasında hoşnutsuzluk yarattı.
Ayrıca Kafkaslar’dan Ruslar tarafından Çerkes Sürgünü sonucu göçe zorlanan Çerkez ve Abhaz gibi Müslüman gruplar Balkanlar’da yerleştirilmiş; bu göçmenlerle Balkanlar’ın yerlisi olan Hristiyanlar arasında büyük bir düşmanlık ortaya çıkmıştı. Nisan 1876 yılında ortaya çıkan Bulgar isyanları bu Müslüman göçmenlerin yardımıyla bastırıldı. Fakat isyanların bastırılması sırasında ölen Bulgarlar için Avrupa’da büyük bir sempati oluştu.
Rusya ve Batı Avrupa ülkelerinde, Osmanlı Devleti'nde yaşayan Hıristiyanların insan haklarının çiğnendiği konusunda oluşan tek taraflı kamuoyu, 
Rusya'nın Balkanlardaki genişleme siyaseti, 
Romanya ve Bulgaristan'ın bağımsızlık istekleri ve Panslavizm akımıdır. 

Osmanlı ülkelerine saldırmayı millî bir hedef kabûl eden Rusya, Kırım Hanlığını istilâ etmiş, Karadeniz'in kuzey ve doğu kıyılarını almış, Volga boylarındaki Türk ülkelerini istilâ ederek Türkistan'a ilerleyip kuzey kısımlarını elde etmişti. 1853 Kırım mağlûbiyeti, Rusların bu emellerini bir müddet için durdurmuştu. Ancak Rusya, büyük bir gayretle eski birliğini sağlamış ve Kırım mağlûbiyetinin acısını çıkarmak için fırsat gözetmeye başlamıştı.
Osmanlı Devletinin toprak bütünlüğüne en çok taraftar olan Fransa'nın 1870 yılında Prusya karşısında ağır bir mağlûbiyete uğraması kuvvetler dengesinin Osmanlılar aleyhine bozulmasına yol açmış ve Rusya beklediği fırsatı elde etmişti. Bunu değerlendiren Rusya, Paris Antlaşmasının Karadeniz'de donanma ve tersane bulundurulmaması hakkındaki maddelerini tanımadığını resmen îlân edip, bu teşebbüsünü Londra Konferansında tescil ettirdi. Böylece Rusya, Karadeniz'de kuvvetli bir donanma meydana getirme imkânına sahip oldu.

Bu gelişmeden sonra Rusya, Panislavizm fikirlerini Balkanlarda yaymak için Moskova'da bir kongre topladı. Rus Panislavistleri, Bosna-Hersek ve Bulgaristan Islavlarını ayaklandırmak için Balkanlarda yoğun propagandaya giriştiler. Ayrıca Romanya ve Karadağ'da birer teşkilat kurdular. Rusya bu tür faaliyetlerinden başka Osmanlı Devletine de baskı yapmaktaydı. Sadrâzam Mahmud Nedim Paşa, Bulgarların Fener Rum Kilisesinden ayrılarak millî bir kilise kurmalarını kabul etti. Böylece Bulgarların siyâsî bağımsızlıklarına yol açıldı.
Çok geçmeden Panislavizm propagandası etkisini gösterdi. İlk olarak Bosna-Hersek eyâletindeki Hıristiyanlar ayaklandı. Daha bu isyân bastırılmadan yine Rus tahrikiyle Karadağlılar ve Sırplar da ayaklandılar. Osmanlı Devleti bu iki isyânı bastırınca bunlar Avrupa devletlerinden yardım istediler. İşe karışan Rusya, Osmanlı Devletine Karadağ ve Sırbistan'la anlaşma yapması için ültimatom verdi.
Osmanlı Devleti’ni Bulgarlar, Sırplar ve Romenlere daha geniş bir özerklik vermeye zorlamak için İstanbul’da bir konferans toplandı.

Tersâne Konferansına Osmanlı Devletinden başka İngiltere, Fransa, Rusya,  Avusturya, Almanya ve İtalya katıldı.
Yabancı delegeler önceden hazırladıkları metni Osmanlı delegelerine sundular. Buna göre, Osmanlı askeri, Karadağ ve Sırbistan'dan çekilecek, Bulgaristan'da doğu ve batı Bulgaristan adı ile iki ayrı eyâlet kurulacak ve Bosna-Hersek'le birlikte bu iki eyâlete muhtâriyet verilecekti.

Osmanlı Devletinin bu şartları kabul etmemesi üzerine konferans dağıldı. 

Tersâne Konferansında müsbet bir netice alınamayınca Londra'da bir konferans daha toplandı. Bu konferansta Bâbıâlî'ye Tersâne Konferansının kararlarından daha hafif ıslâhât şartları teklif edildi, ancak Osmanlı devlet adamları bu teklifi de reddettiler.  Bunun üzerine savaş patlak vermiştir.

Yaklaşık 1 yıl süren savaşta Osmanlı orduları, savunma savaşı yapmıştır. Batılı devletler ise tarafsız kalarak, savaşı bitirmek için arabuluculuk yapmıştır. 

Savaş Kafkasya cephesi ve Tuna cephesi olarak doğu ve batıda iki cephede yapılmıştır.

Balkanlarda bu olaylar neticesinde etnik temizlikler yaşanmış ve yer yer kırımlar görülmüştür. 
Özellikle Tuna Cephesinden ilerleyen Ruslar, Balkanlar’da yaşayan yoğun Türk nüfusunun pek çoğu öldürülerek kalanlarında göç etmek zorunda bıraktı. Böylelikle Ruslar, Balkanlardaki Türklüğü yok edip yegâne hedefleri olan Bulgaristan’ın Slavlaşmasını sağlamış oldular. Rusların Balkan Türkleri üzerindeki vahşice tutumu, Türk Tarihinin en büyük göç hareketine sahne oldu. Bulgaristan’da yaşayan milyonlarca insan ya öldürüldü ya da Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldı. Öyle ki Ruslar, göç halinde olan kafilelere bile saldırarak Tarihe kara bir leke olarak işlenecek Bulgar katliamlarının altına imza atmış oldular. Bunun yanında, Anadolu’da yaşayan Ermenilerde Ruslarla işbirliği yaparak güçlenmiş, 1900’lü yıllarda ortaya çıkan Ermeni kalkışmasının ve halen çözülememiş olan Ermeni Sorununun temellerini atmış oldular
Sonunda batıdaki Osmanlı savunma hatlarını kıran Rus ordularının önü açılmış, dirençle karşılaşmadan İstanbul'un eşiğine (Yeşilköy) kadar ilerleyerek[6] Osmanlı Devleti'nin varlığını tehdit etmiş ve bunun sonucunda Osmanlı Devleti Ayastefanos Antlaşmasını imzalamak zorunda kalmıştır. 

Ancak Batı Avrupa ülkelerinin bu antlaşmanın koşullarından hoşnut kalmamaları sonucu bu antlaşma geçerliliğini yitirmiş ve yeniden imzalanan Berlin Antlaşması ile Osmanlı Devleti, çok fazla toprak kaybetmiş,Balkanlar'daki nüfuzunu büyük ölçüde yitirmiştir. 

Osmanlı Devleti bu antlaşmaya göre, bugünkü Türkiye'nin üçte birine yakın toprak ve büyük nüfus kaybına uğradı. Ayrıca 800 milyon altın franklık savaş tazminâtı ödeme mecburiyetinde bırakıldı. Balkanlarda ise Sırbistan, Karadağ ve Romanya bağımsız birer devlet oldular.

Balkanlar'da ve Kafkasya'da sayıları 1 milyonu aşkın Osmanlı vatandaşı mülteci konumuna düşmüş, savaş süresince ve savaştan sonra Anadolu'ya dev göç dalgaları yaşanmıştır.


15 Ocak 2014 Çarşamba

Veba (Kara Ölüm) Salgını

VebaYersinia pestis adındaki bakteri tarafından oluşturulan enfeksiyon hastalıklarına verilen genel isimdir.
Antik Çağlar'dan itibaren tanınmış bir hastalıktır. Lakabı ¨Kara Ölüm¨dür. Orta Çağ'da 1347-1353 arasında, Avrupa nüfusunun üçte birinin kaybedilmesinden sorumludur. (Ayrıca bu hastalık 1347-1348 yılları arasında Venedik nüfusu 130.000 iken 70.000'e düşmesine neden olmuştur.) Modern antibiyotiklerle tedavi edilebilir. Gelişmiş ülkelerin tamamında ve gelişmekte olan ülkelerin pek çoğunda ortadan kaldırılmış olmasına rağmen Asya ve Afrika kıtalarının bazı bölgelerinde hâlen görülebilmektedir.
Kendini 4 şekilde gösterebilir:
  1. Bubonik
  2. Septisemik
  3. Pnömonik
  4. Gastro-intestinal
Mikrop ilk defa 1884 yılında Hong Kong’da tespit edilmiştir. Veba mikrobunu taşıyan farelerin pireleri tarafından insanlara geçer. Nedeni, pisliktir. Pis ve güneş girmeyen yerler veba için en uygun ortamlardır.
Hastalık, mikrop kapıldıktan 2-8 gün içerisinde kendini gösterir. Hastada aniden başlayan baş ve sırt ağrıları, ateş, titreme, kusma, nefes darlığı, halsizlik, deri lekeleri, burun kanaması, kan tükürme, kasık ağrıları ve devamlı dalgınlık görülür.
Dili de kahverengi ve kurudur. Yapılacak ilk iş hastayı tecrit etmektir. Çevresindeki sağlıklı kişiler koruyucu aşı olmalıdır. Bugün için önemi olmayan ve eski devirlerde de olduğu kadar çok görülmeyen bu hastalığın tedavisi için geç kalmadan sağlık kuruluşlarına haber vermek gerekir.
Geçmişte belirli dönemlerde bu hastalığın büyük salgınları yaşanmıştır. 14. yüzyılda kara ölüm olarak kayıtlara geçen salgının, hıyarcıklı veba olduğu sanılmaktadır.

'Hıyarcıklı veba' ('bubonik veba') veba hastalığının en yaygın biçimidir. Hastalığa Yersinia pestis adı verilen enterobakteri neden olur. Bakteri vücuda girdikten sonra 3 ila 8 gün içinde etkisini gösterir. Belirtileri, yüksek ateş, üşüme duygusu, başağrısı, ishal ve bubo adı verilen, lenf bezi şişmeleridir. Deri altında ve iç organlarda kanama başladığı zaman da, akan kanın birikmesi sonucu ciltte siyah lekeler oluşur.  Mikrop kan yoluyla akciğer, karaciğer, dalak ve beyine yerleşebilir

Kara ölüm ( Black Death ), Avrupa’da 1300′lerde görülen hıyarcıklı veba salgınını tanımlamak için kullanılan bir ifadedir.  Bu ifadenin kökeninin nereden geldiği net değildir. Belki Latince’de korkunç ölüm anlamına gelen “atra mors” ifadesinin hatalı bir tercümesinden doğmuştur. Kara ölüm, Avrupa tarihindeki en korkunç salgındır. Tarihçiler salgın nedeniyle üç yıl içinde Avrupa nüfusunun yaklaşık olarak üçte birinin öldüğünü düşünmektedir. Salgının böyle bir felakete yol açmasında, uzun yıllar yetersiz beslenen insanların hastalığa karşı dirençsiz oluşunun etkili olduğu kabul edilmektedir.

Veba 14. yüzyılda, Avrupalılar’ın üçte birinin ölümüne neden oldu.  
Vebanın Avrupa ve Afrika’ya sıçramadan önce, Türkistan’da ( Orta Asya ) ortaya çıktığı düşünülmektedir. 1346 yılında hastalık Kara Deniz kıyısındaki Kırım’da görülmüştür. Hastalık ticaret gemileri ile Sicilya’ya taşınmış ve oradan İtalya yarımadasına sıçramıştır. Salgın Fransa ve Britanya adalarını 1348 yılında kötü şekilde etkilemiştir. 1350 yılının sonuna kadar salgın Almanya, İskandinav ülkeleri ve Avrupa kıtasının büyük bölümüne yayılmıştır. Avrupa toplumları salgın yüzünden büyük korku ve panik yaşamıştır. Yahudiler sağlıklı insanları zehirlenmekle suçlanmış ve pek çok Yahudi öldürülmüş hatta soykırıma tabi tutulmuşlardır.  Halk arasında kendini kırbaçlamak dini bir inanç bir ibadet şekli olarak yaygınlaşmaya başlamıştır. İnsanlar salgının Tanrı’nın günahlarından dolayı insanlara gönderdiği bir ceza olduğunu düşünmüş ve kendilerini kırbaçlayarak Tanrı’nın merhametini ve affını kazanabileceklerine inanmışlardır.
Veba aynı yüzyıl içinde daha az etkili üç salgın daha Avrupa’da görülmüştür.  1400 ve 1700 yılları arasında Veba salgınları defalarca Avrupa’da ortaya çıkmıştır ancak hiçbiri Kara Ölüm denilen ilk salgın kadar yıkıcı olmamıştır. Kara ölüm ortaçağ toplumlarının dağılmasını hızlandırmıştır. Tarımsal faaliyetler neredeyse durmuştur.  Üretim düşmüş, pazardaki mal miktarı azalmış ve fiyatlar yükselmiştir. Nüfus azalmış, çok sayıda çalışan hayatını kaybetmiş, işçi bulmak zorlaşmış ve ücretler yükselmiştir. Ortaya çıkan kargaşa ortamında pek çok köylü tabi oldukları lordlarını terk etmişlerdir. Ücretleri ve mal ve hizmet fiyatlarını dondurmak için kanunlar çıkarılmıştır. Devletler köylüleri eski yerlerine ve işlerine dönmeye zorlamıştır. Bunun üzerine İngiltere, Fransa ve Avrupa’nın her yerinde halk isyanları ortaya çıkmıştır.

Veba, bir enfeksiyon hastalığıdır ve Yersinia pestis adlı bakteri, bu hastalığa neden olur. Bakterinin adı bu bakteriyi bulan Fransız bakteriyolog A. Yersin’den gelir. Hastalık 2007’ye kadar üç önemli salgın hastalıktan biriydi. Antibiyotikle tedavi edilebilen veba, gelişmiş ülkelerin tümünde ve gelişmekte olanların çoğunda ortadan kalktı. Asya ve Afrika’da az da olsa görülmektedir. Geçmişte farelerin hastalığı bulaştırdığı sanılırdı. Hastalığın, farelerin taşıdığı pirelerin insanları ısırmasıyla veya insandan insana bulaştığı biliniyor. Hastalığın belirtileri en geç bir haftada ortaya çıkar. Titreme, ateş, kusma, baş ve sırt ağrısı, halsizlik, nefes darlığı, kasık ağrısı ve kanama gibi belirtiler olur. Vebanın farklı türleri vardır. Hıyarcıklı veba (bubonik) en yaygın türdür ve lenf bezi şişmeleri ile deri altı kanamaları görülür. Deri altında biriken kan deride siyahlıklar oluşturduğu için hastalığa kara ölüm adı takılmıştı. Vebanın ayrıca septisemik, akciğer ve gastro intestinal gibi başka türleri de vardır.

Tarihteki Diğer Önemli Veba Salgınları 
Bilinen en eski veba salgını M.Ö. 1650’de Mısır’da görüldü. Kral II. Murşili döneminde M.Ö. 1300’lerde Hititler de veba salgınından zarar gördü. Akadlar’dan kalan ve insanları vebadan koruyacağına inanılan bir nazarlık İngiltere’de British Museum’dadır. Atina’da M.Ö. 430’da başlayan veba salgını binlerce ölüme neden oldu. Salgın, Habeşistan’dan Mısır ve Libya’ya oradan da Atina’ya sıçramıştı. Bizans döneminde M.S. 541’de başlayan ve Jüstinyen Vebası olarak bilinen salgın, milyonlarca kişinin ölümüne neden olmuştu. Yüz yıl sonra Filistin’deki salgında binlerce kişi öldü. Veba, Avrupa’da 1347 salgınından sonra da defalarca ortaya çıktı ama, etkisi giderek azaldı. Anadolu’da Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de veba salgınları oldu. Moskova’da 1770’teki salgında hastalar karantinaya alındı ve dışarı çıkmaları yasaklandı. İşsizlik ve açlık artınca halk, sokaklara dökülüp karantinaya karşı isyan başlattı ve her yeri yakıp yıktılar. İsyancıların 4’ü idam edildi yüzlercesi hapse atıldı. Son veba salgını 2006’da Afrika’da Kongo’da görüldü. Japonlar 1940’ta Çin şehirlerine, savaş uçaklarından veba mikrobu taşıyan pireler atmıştı. Moskova’da 1771’deki veba salgını karantinası nedeniyle çıkartılan isyan Veba, 4500 yıl boyunca milyonların ölümüne ve bazı ailelerin yok olmasına neden oldu. İyi beslenme, hijyen, aşı ve antibiyotikler vebayı sonlandırdı.


Zerdüştlük


Zerdüşt’e göre yalnız tek bir Tanrı vardır. Hiçbir kötülüğün kaynağı olmayan Ahura Mazda: O özgürlüğü yaratmıştır. İyilikle kötülük arasında bir seçim yapma özgürlüğünü. Her insan kendi seçimlerinden sorumludur.”

ZerdüştlükZerdüştçülükZerdüştilikMecusilikMazdayasna, dünyanın eski tek tanrılı dinlerinden biridir.
Anlam olarak Zerdüşt kelimesi (Zoroaster), Zarathustra 'nın Yunanca karşılığıdır (Zarath: güzel, doğru; üstra: develer demektir). Güzel develere sahip olan anlamını ifade eder. Halk dilinde ise Zerdüşt, yaşayan yıldız olarak nitelendirilir.

Bazı batılı bilim insanları Zerdüştlüğü dualist bir din olarak tanımlarlar. Bu dine inananlar beden öldükten sonra dirilip Ahura Mazda'nın huzuruna çıkacağına ve orada sorgulanacaklarına inanırlar. Yaklaşık 3.500 yıl önceZerdüşt tarafından İran'da kurulmuştur. M.Ö 600 ve M.S 650 yılları arası Pers İmparatorluğu'nun resmi dini olmuştur. Günümüzde Zerdüştlüğe dünya çapında inananların sayısının 190.000'den az olduğu tahmin edilmektedir.[1]

Zerdüştlük inanç türleri arasında Budizmde olduğu gibi felsefi yönü de ön plana çıkan inançlar arasında yer alır. Zerdüştlüğün temelinde iyilik ve kötülüğün savaşı yatar. Zerdüşt, yeryüzündeki kavganın tanrının ruhuSpenta Mainyu ile şeytanın ruhu arasında olduğuna inanırdı ve her inananın iyilik için savaşması gerekirdi. Zerdüştlükteki şeytan inancı ile batı dinlerindeki melek anlayışı arasında benzerlikler vardır. Zerdüştlük inancında Tanrı kabul edilen Ahura Mazda “Aklın Efendisi” ile sembolize edilir, Ehriman ise kötülüğün güçlerini temsil eder. Ve iyilik-kötülük mücadelesi bu noktada başlar.
Geleneksel olarak Zerdüştiler yeryüzünün insan kalıntılarıyla bozulmaması gerektiğine inanırlar. Bu yüzden ölülerin cesetlerini defnetmek yerine üstü açık kulelerin çatılarında akbabalara ve doğal etkenlere karşı korumasız bir şekilde bırakırlar.[2]
Bu inancın tanrısı Ahura Mazda'dır.[3]. Zerdüşt Espantaman bu dinin peygamberidir
Doğal elementleri kutsal sayarlar ve bu elementler (su, toprak, hava, ateş) kirletilmekten korunur. Bununla ilişkili olarak ateşe, aydınlığa veya güneşe bakılarak ibadet edilir. Bu inanç Zerdüşt Espenteman tarafından getirilmiştir.

Zerdüştlük, İslamiyet'in İran'da yayılmasına kadar genişlemeye devam etmiştir. Zerdüştiler M.S. 600 civarında Müslümanların Pers topraklarını ele geçirmesinden sonra İslamiyete geçmiş ve geriye az sayıda zerdüşti kalmıştır.
Zerdüşt dininin yaratıcısı olan üç peygamberden bahsedilir; I. Zerdüşt yaklaşık olarak M.Ö 3000 yıllarında yaşayan Mahabat, II. Zerdüşt yaklaşık olarak M.Ö. 2040 yıllarında yaşayan Haşeng (bunun İbrahim olduğu da söylenir), III. Zerdüşt ise M.Ö 660 yaşayan Zerdüşt'ün kendisidir.
III. Zerdüşt bilge, ileri bir düşünce adamı ve filozof olarak tanımlanır. Zerdüştlük esas olarak III. Zerdüşt tarafından sistemleştirilerek yaygınlaştırılmıştır. Zerdüşt'ün kurduğu dinin adına Mazdeizm denilir. Zerdüşt Mazdeizm'le tek tanrıcılığa yönelirken, çok tanrılığı aşar ve tanrıyı egemenlerden alarak, insanlığın özlemleriyle birleştiren bir güce dönüştürür. Zerdüşt tanrının kötülükleri affetmiyeceğine inanır ve kötülüklere karşı savaşımını bir tanrı emri olarak öne sürer.
Zerdüşt'ün filozof yönünü doğa, toplum ve insan gerçeğine ilişkin perspektiflerinde görmek mümkündür. Antik çağ Yunan filozoflarında, Zerdüşt inanışının geliştirdiği kavramların etkilerine rastlanır; M.Ö. 538 dönemlerinde yaşayan Theopampos, iyi- kötü mücadelesini tabiatın kendi içindeki kanunu olarak algılar.
Heraklitos doğadaki her şeyin sürekli değişim içinde olduğunu öne sürer ve hareket kuramında Zerdüşt'ün karşıtlar mücadelesi fikrinden etkilenir. Bundan yola çıkarak, Zerdüşt'ün gök, ışık, güneş ve diğer göksel varlıkların çözümlemesini yorumlayarak fiziksel evrenin öz devinimlerini formüle eder. Zerdüşt'ün felsefi inancı dünyanın beş temel elementten oluştuğunu belirtir. Bunlar toprak, su, ateş, hava ve bitkidir. Zerdüşt inancının yaşandığı Mezopotamya bölgesinin hayat tarzı, coğrafi konumu ve yaşam koşulları bu tespitlerin kaynağını oluşturur.

Faravahar ya da Ferohar, Zerdüştlüğün bilinen semboludur. Fravaşi adlı koruyucu meleği temsil eder.


Zerdüştilikte, dünyanın "altı evre"den oluştuğuna inanılır. Birinci dönemde iyilik ve kötülük ortaya çıkar. İkinci evrede dünya karanlığa, felakete ve kötülüklere gömülür. Üçüncü evrede iyilik ve kötülük mücadelesinde iyilik kazanır, Zerdüşt halklara doğruyu, adaleti göstererek karanlığı ve aydınlığı birbirinden ayrıştırır. Dördüncü evrede ise her tür kötülük ve karanlık kaybolacak, dünyaya barış ve kardeşlik hâkim olacaktır. Zerdüşt burada dünyayı aşamalara ayırırken, ilk dönem insanın yaradılış dönemini konu alır. İkinci dönemde, tufanla insanoğlunun uğradığı felaket vurgulanır. Üçüncü dönemde, Zerdüştlük ve sonrasında gelişen uygarlığa vurgu yapılır. Dördüncü aşama da ise insanoğlunun geleceğe dair taşıdığı umuda, özgürlük düşlerine çağrışım yaparak, geleceği tasavvur eder.

Zerdüştlük felsefesinde Su, toprak, ateşin kutsal sayılılır ve ateşe, aydınlığa veya güneşe bakılarak ibadet edilir. Işık ve aydınlıkların, Tanrı Ahura Mazda’nın fiziksel temsili olduğuna inanılır. Bununla ilişkili olarak ateş, iyi ve kötüyü birbirinden ayıran Tanrısal bir güce sahiptir. Bu inanca göre, ateş bütün varlıklarda bulunur ve canlı ve cansızlarda farklı biçimlerde var olur. İnsanda, hayvanda, bitkilerde, gökte ve yerde bu ateşi değişik zaman ve durumlarda görmek mümkündür. En kutsal olan ateş ise, Tanrı Ahura Mazda ile insan arasındaki ateştir.

Zerdüştlük inancına göre Tanrı kadın ve erkeği bir arada ve birbirine arkadaş olarak yaratmıştır. Bu inançta kadın ve erkek eşit olarak kabul edilmektedir. Zerdüşt inancının gelişip yayıldığı bölgelerde çok eşliliğin azaldığı ve tek eşliliğin arttığı görülmüştür. Zerdüştilikte, doğru yaşama, ahlaki emirlere uyma esastır. Ahlaki emirler; iyi düşünce, iyi söz, iyi iş diye özetlenir. Fakirlere cömert davranma, yabancılara misafirperverlik, bütün lekelerden uzak kalma, toprağı sürme, sığırlara bakma, sıkıcı şeyleri imha da faziletli işlerden sayılır. Bazı cinsi konular ve ölü bedenine temas, kirlenmeye yol açar, özel ayinler gerektirir. Yine Zerdüşt inancı her alanda tarım ve hayvancılıkla uğraşılıp bol üretimin sağlanmasını tavsiye etmektedir. Temiz hayvanlardan sayılan köpek ve kedinin öldürülmesini büyük günah saymaktadır. Döllenmeyi ve çiftleşmeyi önleme kesin olarak yasaklanmıştır. Bu inançta şarabın ibadetle ilgili olarak dini düşüncelerin geliştirilip derinleştirilmesi ve ruh gözünün açılması amacıyla içilmekte olduğu vurgulanır. Avesta'nın Gatha bölümünde belirtildiğine göre dini inanç alanında şarkı ve şiirlerin önemli bir yeri olduğu görülür. Zerdüştün Cenneti şarkılı bir yer olarak değerlendirdiği dikkate alınırsa bunun önemi daha iyi kavranır.
Zerdüştiler ateşe tapmazlar, ancak ateşi yüceltirler onu kıble kabul ederek ateş önünde dua ederler.[5] Ancak zerdüştilikte asıl kıble güneştir. Zerdüştiler dünyada bulunan elementlerin saf olduğuna ve ateşin tanrının ışığı veya irfanı olduğuna inanırlar. Ateş Ateşgede denilen tapınaklarda yakılır ve ateşe üflemek öldürülmeyi gerektirecek kadar büyük bir günahtır.[5] Dini törenlere ya da ayinlere çok fazla önem vermeden, "iyi sözler, iyi düşünceler ve iyi hareketler" ilkelerine odaklanırlar. Zerdüştler günde birkaç sefer dua ederler.[6] Zerdüştler'in dini törenlerinde ateşin önünde ayinler yapmalarının sebebi, ateşin karanlığı önlemesidir, zira Zerdüşt inancına göre, kötülük karanlıkla özdeşleşmiştir.

İran'ın Yazd kentinde bir Zerdüşti tapınağı
Yahudilerin Babil sürgününde Zerdüşt inançlarından etkilendikleri ve bazı inançların Yahudi, Hıristiyan ve İslam kültürlerine Zerdüştlükten geçtiği düşünülür; Zerdüştün anası on beş yaşında bir bakire iken, bir ışık huzmesinin ziyaretine uğrayarak hâmile kalmıştır.[5] Ayrıca ilk kez müritleri ile su üzerinde yürüyen, miraca çıkan, tanrı ile yüz yüze görüşen, ölmeden cennet ve cehennemi gören Zerdüştün kendisidir. Zerdüştlük inancına göre cehennem üzerinde kurulu olan Sinvat (Çinvat) köprüsünden geçilerek cennete ulaşılır.[5] Ancak cehennemde üç gün kalınarak günahlardan temizlenilmesi gerekecektir.[7] İbrahimi dinlerdeki "6 günde" yaratılış ve mehdi-mesih inançlarının ilk izlerine zerdüştilükte rastlanabilir.

Menşevikler ve Bolşevikler

 1903 yılında düzenlenen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin İkinci Kongresi'nde Vladimir Lenin ve Julius Martov arasında yeni kurulmakta olan partinin üyelik tanımı üzerine başlayan görüş ayrılığı sonucu yaşanan ayrışmada oluşan grup. Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça çoğunluk anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır. Kongreden sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği'ni kuracaklardır.

Polis baskısı nedeniyle önce Brüksel sonra da Londra’da yapılan Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi RSDİP 2. Kongresi 1903 yılı Ağustos ayında toplanır. Toplantıda yeni partinin üyelik esasları ve tanımı üzerinden önemli bir ayrılma yaşanacak ve Rusya’daki devrimci hareketi derinden etkileyecektir. Vladimir İlyiç Ulyanov ya da takma adıyla Lenin parti üyelerinin dar ve aktif bir çevreden oluşmasını, sadece ceplerinde parti kimliği taşıyan ve zaman zaman partiye uğrayanlardan, hatta hiç uğramayanlardan oluşmamasını savunuyordu. Bu faal üyeler profesyonel devrimci kadrolar olarak Çarlık otokrasisine karşı işçi devrimi yapabilecek bir devrimci partinin yaratılabilmesi için zamanlarının çoğunu örgütlenmeyle geçireceklerdir. Bu modele göre sempatizanlar dışarıda bırakılmış olmaktaydı. Partinin iç işleyişinde de demokratik merkeziyetçilik benimsenecekti. Lenin’in bu fikirlerine karşıt olarak ise arkadaşı Julius Martov partinin merkezinde profesyonel devrimcilerin olmasına onay verse de parti üyeliğinin sempatizanlara, devrimci işçilere ve diğerlerine açık olmasını savunuyordu. İkili bu konuyu daha önce de tartışmış olsalar da, görüş ayrılıkları kongrede ayrılığa yol açacaktır. Ayrılık ufak bir konuda ve kişisel ayrımdan kaynaklanıyor görünse de ayrım derinleşecek ve bölünme kaçınılmaz hale gelecektir.

Lenin ve Martov yandaşları kongredeki durumlarına göre Rusça "bolshinstvo" (çoğunluk) ve "menshinstvo" (azınlık) olarak adlandırılırlar[1]. Kongredeki delegeler sürekli olarak saf değiştirdikleri için birleşim başarısız olacak ve parti fiilen ikiye bölünecektir.

1905 Devrimi

İki taraf da sürekli olarak yeni üyeler kazanıyor ve kaybediyordu. Rus marksizminin babası olarak adlandırılan Georgi Plehanov ilk başta Lenin ve Bolşeviklerden yana olacak ancak 1904’de ayrılacaktır. Menşeviklerden yana olan Leon Troçki ise Menşeviklerin Rus liberalleriyle uzlaşma girişimleri ve Bolşeviklerle birleşmeme tutumları yüzünden ayrılacaktır[2]. İki taraf arasındaki ayrım Nisan 1905’de Bolşeviklerin ayrı yaptığı ve 3. Kongre olarak adlandıracakları kongre ile derinleşecektir. Menşevikler derhal alternatif bir kongre yapacaklardır. Rusya İmparatorluğu Çarlık rejiminin 1905 Devrimi ile sarsıldığı dönemde Bolşevikler azınlıktadır. Ayaklanan halkın kendiliğinden kurduğu Sankt Petersburg İşçi Sovyetinde[3] azınlıkta olsalar da Troçki tarafından etkili bir şekilde temsil edilmektedirler. Buna rağmen Moskova Sovyetinde çoğunluktadırlar. Moskova Sovyetinin Aralık 1905’de aldığı ayaklanma kararı sonucu kentte iktidar alınacak ancak ayaklanma yaklaşık bir ayda bastırılacaktır[4].

1905 Devriminin bastırılmasından sonra çok sayıda Menşevik partiden ayrılarak yasal muhalefet hareketlerine dahil olacaktır. Lenin 1908 yılında devrimcilikten uzaklaştığını düşündüğü Menşevikleri tasfiyecilikle suçlayacaktır. İki hizip arasındaki uzlaşmaz çelişkiler sonucunda 
1905 Devrimi sürmekteyken Bolşevikler ile Menşevikler Stockholm’de Nisan 1906’da yapılan 4. Birleşim Kongresinde yeniden birleşmeye çalışırlar. Menşevikler Yahudiler arasında ayrı bir örgütlenmeyi savunan Bund ile ortak hareket edince Bolşevikler azınlıkta kalır. Kongrede birleşim yönünde karar alınsa da her grup kendi yönetimini koruyacaktır. Londra’da Mayıs 1907’de yapılan bir sonraki 5. Kongrede de bu durum değişmez.

İki grup arasında ilişkiler 1912 yılında kopacaktır. Bu yılın Ocak ayında Bolşevikler sadece kendi örgütüyle topladıkları Prag Konferansında Menşevikler ve Otzovistler partiden resmen atılacaklardır. Bu kongreden sonra Bolşevikler artık kendilerini RSDİP’in hizibi olarak değil ayrı bir parti olarak RSDİP (Bolşevik) olarak tanımlayacaklardır. Bolşevik önderliği ayrı bir parti olmaya karar verse de Bolşevik yanlısı taban örgütü ve işçiler bu hattı izlemekte zorlanacaktır. Ayrıca Duma’daki 6 Bolşevik vekil de parti yönetiminin bu kararını kabul etmez. Sadece Matvei Muranov ayrı bir parti kurulmasından yana olur[6]. Ancak buna rağmen Bolşevik önderlik duruma hakim olacak ve Eylül 1913’de ayrı bir Duma grubu kurulacaktır.


1917 yılı Şubat Devrimi ile birlikte Çarlık rejiminin devrilmesiyle birlikte İrakli Tsereteli önderliğindeki Menşevikler başa geçen Geçici Hükümete çağrı yaparak ilhaksız ve adil bir barış yapılması gerektiğini bildirdi. Ancak bu çağrıya rağmen Menşevikler savaşın sürmesini savunuyor ve “devrimin savunulması için” cephedeki askerlerin savaşmaya devam etmesi gerektiğini belirtiyorlardı. Devrimci altüst oluş sırasında işçi, köylü ve cephedeki askerler tarafından kurulan taban örgütlenmesi olan sovyet organlarında Menşevikler, SR’lar ile birlikte yönetime gelirler. Çok önemli bir konuma sahip olan başkentteki Petrograd Sovyetinde de Menşevikler yönetimdeydi.

Monarşinin devrilmesiyle beraber Menşevikler ile Bolşevikler arasındaki ayrımların artık arka plana atılacağı ve birlikte mücadele edileceği bazı önde gelen Bolşevik ve Menşevik liderler arasında düşünülmekteydi. Bolşevik liderlerin neredeyse hepsi yurt içi ve yurt dışı sürgünde bulunduğu için Petrograd’da bulunan Bolşevik yöneticiler Aleksandr Şlyapnikov ve Vyaçeslav Molotov Geçici Hükümet ve ona destek veren Menşevikleri parti yayınlarında ve özellikle Pravda’da şiddetle eleştirmekteydi. Ancak bu ekip sürgünden gelen Lev Kamenev, Josef Stalin ve Matvei Muranov’un gelmesiyle tasfiye edilecek ve Geçici Hükümete karşı anlayışlı, Menşeviklerle uzlaşmacı bir tavır Bolşeviklere hakim olacaktır. Ancak Lenin, Mühürlü Tren olarak adlandırılan uzun yolculukla Petrograd’a döndüğünde bu tarzı şiddetle eleştirecektir. Nisan Tezleri olarak adlandırılan ve Bolşeviklerin siyasi hattına şekil veren açıklamalarında Lenin, devrimin burjuva aşamasının tamamlandığını ve iktidarın işçi ve yoksul köylüler tarafından alınması için partinin derhal örgütlenmesi gerektiğini vurgular. Bu beklenmeyen ve radikal fikirler Geçici Hükümeti destekleyen Menşeviklerle olası ittifakı zaten gündeme bile almamaktadır.
Mart – Nisan 1917 döneminde Menşevik önderliği şartlı da olsa liberal ağırlıklı Geçici Hükümeti destekler. 2 Mayıs günü savaş konusunda halktan gelen tepkilerle Geçici Hükümetin düşmesi üzerine Tsereteli, Menşeviklerin devrimin selameti için Geçici Hükümeti güçlendirmesi gerektiğini ileri sürer. Bundan sonra Menşevikler, SR’lar ve Kadetler ile koalisyon hükümetine dahil olacaktır. Martov’un Mayıs ayında Avrupa’dan sürügünden dönmesiyle güçlenen Menşevikler içerisindeki sol kanat Tsereteli liderliğini sorgulayacak ve hükümetten çekilinmesini isteyecektir. Ancak 9 Mayıs 1917 günü yapılan parti konferansında ise Martov taraftarları azınlıkta kalacaktır. Bundan sonra Menşevikler Ekim Devrimi ile devrilene kadar Geçici Hükümette yer alacaktır.
Menşevikler ve Bolşevikler ayrı yönlere doğru hızla ilerlerken ülke dışından ve içinden sürgünden dönen partililer hızla bir tarafı tutmak durumunda kalıyorlardı. Bazıları Menşeviklere katılırken, bazıları da Aleksandra Kollontay gibi doğrudan Bolşeviklere dahil olur. Aralarında Leon Troçki, Adolf Joffe olan önemli sayıda partili ise Petrograd merkezli kendi örgütlerini kurarak Enternasyonalistler adını alır. Bu grup Ağustos 1917’de Bolşeviklere katılacaktır. Ayrıca aralarında Maksim Gorki de yeralan az sayıda ama etkili aydın Gorki’nin Novaya Zhizn (Yeni Hayat) gazetesi etrafında toplanır ve iki gruba da katılmaz[1].

1917’den sonra

Menşeviklerin özellikle Temmuz Günleri sırasında işçilere karşı olan olumsuz tutumları, Geçici Hükümet politikalarına katılmaları ve Bolşeviklerin artan örgütlülüğü yüzünden çok güç kaybederler. Kasım 1917’de yapılan Kurucu Meclis seçimlerinde sadece yüzde 3 oy alırlar. Partinin sağ kanadı Ekim Devrimi ile iktidarı alan Bolşeviklere karşı silahlı mücadele yapılmasını savunurken, partinin artık çoğunu oluşturan sol kanat Bolşeviklerin iç savaşta desteklenmesini ister. Ancak Martov önderliğindeki sol kanat Menşeviklerden örgütsel olarak kopmaz.

Gürcistan’da Menşevikler yoğun olarak örgütlü oldukları için Rus İç Savaşı döneminde Menşevikler iktidarı alıp Gürcistan Demokratik Cumhuriyetinin kurulduğunu ilan ederler. 14 Şubat 1919’da yapılan seçimlerde Menşevikler yüzde 81,5 oy alır ve Menşevik lider Noe Zhordania başbakan olur. Partinin buradaki örgütlenmesinde öne çıkan isimler Noe Ramishvili, Evgeni Gegechkori, Akaki Chkhenkeli ve Nikolay Çheidze’dir. Ancak Rus İç Savaşından galip çıkan Bolşevikler bağımsız bir Gürcistan’a izin vermezler. Kızılordu birlikleri 1921 yılı başlarında Gürcistan’a girer ve ülke Sovyetler Birliği’ne dahil edilir. Menşevik ldierler ise çoğunlukla Avrupa’ya sürgüne gider.

Menşevizm, 1921 yılındaki Kronstadt Ayaklanması sonrasında yasadışı ilan edilir. Bundan sonra Menşevik aydınların ülke dışına göçü yaşanır. Hasta olan Martov, Almanya’ya gider. Burada 1921 yılında Sosyalist Haberci (Rusçası: Sotsialisticheskii vestnik) adlı yayın organını çıkartmaya başlar. Yayın Nazilerin iktidara gelmesi üzerine 1933 yılında Berlin’den Fransa’ya taşınır. II. Dünya Savaşının başlaması üzerine ise New York’a taşınır. 1970’li yıllara kadar yayınlanacak sonrasında ise sönümlenecektir.


Detay bilgi için aşağıdaki linklere bakılabilir

http://visnebahcesi.weebly.com/bol351evikler---men351evikler.html
http://marksist.net/elif_cagli/enternasyonal_alanda_mensevizmin_yansimalari.htm
http://kutuphane.halkcephesi.net/Lenin/sosyalizm%20ve%20savas/mensevik%20bolsevik.htm
http://www.gunzileli.com/2011/06/06/bolsevikler-sert-menseviktir/

5 Ocak 2014 Pazar

Dante ve İlahi Komedya

Dante Alighieri (Mayıs-Haziran 1265Floransa - 14 Eylül 1321Ravennaİtalyan ozan ve politikacı.
En bilinen eseri, Ahirete yapılan bir yolculuğu anlattığı İlahi Komedya`dır (La Divina Commedia). Bu eser CehennemAraf ve Cennet isimlerinde üç ciltten oluşmuştur. Dünya edebiyat tarihinin en büyük eserlerinden biri kabul edildiği gibi, modern İtalyanca`nın da temelini oluşturur.

Domenico di Michelino (1465): Dante ve kitabı, Floransa
Modern Avrupa ve İtalya için önemli bir figürdür ve İtalya'daki metal 2 'ların tura tarafında Dante'nin resmi vardır.

Dante denince ilk akla gelen isim belki de onun sonsuz bir aşk ile bağlandığı Beatrice'dir (Türkçe okunuşu: Beatris). Dante'nin çocukluğu ve gençliği hakkında çok az bilgiye sahip olunsa da, şairin dokuz yaşındayken kendisinden bir yaş küçük Beatrice'ye aşık olduğu kesin olarak bilinmektedir. Komşuları Floransa'lı şövalyelerden olan Folco di Ricovero de' Portinari'nin kızı Beatrice ile komşularının evindeki bir eğlence sırasında tanışmıştı. Tanıştığı ilk andan beri Dante Beatrice'e büyük bir tutkuyla bağlandı. Beatrice ile ikinci kez karşılaştığında on sekiz yaşındaydı, bu ikinci karşılaşmadan sonra Beatrice'e olan sevgisi daha da derinleşti. Beatrice'e olan aşkı yazımını ve şiire olan bakış açısını büyük oranda etkileyecekti; İlahi Komedya'nın tohumlarını atan belki de Beatrice'ye olan aşkıydı. Dante aşkından sevgilisine hiçbir zaman söz etmemiştir, nitekim 1288 yılında Beatrice Floransa'lı şövalyelerden Simone dei Burdi ile evlendi. Fakat Beatrice evliliğinden sadece iki sene sonra, 1290'da, yirmi dört yaşında öldü. Beatrice'nin ölümünden sonra Dante çalışmalarına daha sıkı sarılmış, Latin edebiyatı ve felsefeye kendisini adamıştır. Kuşkusuz Beatrice'nin ölümü Dante için büyük bir şoktu ve yazarın yazım hayatını da fazlasıyla etkiledi. Beatrice'nin çok genç bir yaşta ölmesi, Dante'nin onu ölümsüzleştirmesine yol açmış, fikriyatında Beatrice'ye maddi, ölümlü ve insani bir görünümden ziyade manevi, ölümsüz ve ilahi bir görünüm vermesine neden olmuştur.

Gerçekte bir türlü kavuşamadığı Beatrice, Dante'nin bunalımlı düşlerinin kahramanı olmuştur. Karşılık bulamadığı aşkını unutmak için başka kadınlarla avunmayı denediyse de Beatrice, Dante'de bir saplantı haline geldi ve bütün hayatı boyunca ona taptı. Onun dünya edebiyatına en büyük katkısı olan ''İlahi Komedya''sında günahlardan arınma dağına çıkarak cehenneme yaptığı yolculuk anlatılır. Daha sonra Dante, Beatrice'yi bulduğu 'Dünya Cennetine'çıkar ve hiçbir kadına verilmeyen ünü Beatrice'e kazandirmaya çalışır. Fakat bu rastlantı, hayatının gerçek amacına doğru yaptığı yolculuğun ilk adımıdır. Beatrice'in öncülüğünde, o çağın dinsel inançlarına göre bir çok katları olduğuna inanılan cenneti dolaşmıştır. Burada bir an için XIV. yüzyılın din bilgisinin amacı olan bütün sırların kutsal bilimine erişmiştir.
Beatrice'nin Simon de Bardi ile evlenmesi ve daha sonra 1290'da erken ölümü, Dante için bir yıkım oldu. Sevgilisinin ölümüne yakınmalarını 'Şölen' adlı eserinde dile getirir.
Dante siyasal alandaki ilk tecrübesini savaşta edindi. ''Guelph'' ve ''Ghibelline'' partilerinin çatıştığı Campaldino Savaşında asker olarak görev yaptıktan sonra, eczacılar loncasına girdi. O sırada Papa, yüz şovalyeyle kişisel düşmanı Colonna ailesiyle dövüşmelerini emretti, Dante bu emre karşı çıkıp başarı gösterince, loncanın başkanlığına getirildi. Fakat başarısı üzücü olayların başlangıcı oldu ve iç savaş yeniden başladı. Savaşın sorumlusu tutularak sürgüne gönderildi. Dante 1302 yılından ölümüne kadar sürgün hayatı yaşadı ve gittiği yerlerde kendi gibi sürgün edilen arkadaşlarını aradı. Aşağılayıcı bir biçimde bir kaç kez kendisine bağışlanma teklif edildiyse de gururu buna razı olmayan Dante tamamen özgür olmadıkça Floransa'ya dönmeyeceğini bildirmişti.
Siyasal alanda başarı gösteremeyen şair, Lombardy, Tuscany ve Romagna şehir devletlerini gezdi, Paris'e hatta Oxford'a kadar uzanarak değişik kişilerin koruyuculuğuna girdi. İlk sığındığı kişi Verona Lordu oldu ve oğlu Can Grande della Scala'ya ''Cennet''i ithaf etti. Daha sonra Venedik Dükası yanında elçilikle görevlendirilen Dante bu görevde de başarılı olamayınca tekrar Ravenna'ya döndü. Ölümüne kadar bu şehirde yaşadı ve 1321 yılında da gözlerini hayata kapadı. St. Francis Kilisesine gömüldü. Gösterişli olmaktan uzak küçük mezarı sonradan Franciscan papazlarının değerli ve kutsal kalıntılarından biri sayıldı.
Dante, ölümünden sonra da rahat bırakılmamış, '' De Monarchia''(Monarşi) adlı eseri din adamlarının öfkesini üzerine çekmişti. Ulusların birleşmesi fikrinin ilk ortaya atıldığı De Monarchia'da , en iyi devletin uluslararası bir başkan tarafından yönetilen bir hükümeti olduğunu ve evrensel bir papanında dinin başı olması gerektiğini ortaya koyar. Bu kitap Kilisenin ileri gelenleri tarafından iyi karşılanmadı çünkü sözü edilen başkan, dünya işlerini kiliseden bağımsız olarak yönetecek, ancak gerek duyulursa papaya başvurulacaktı. Bu yüzden Dante'nin De Monarchia'sı yasak kitaplar listesine girdi ve Kardinal de Polget'in emri ile kitabın tüm koplyaları halkın önünde yakıldı.
Dante ününü, Ortaçağda düşünülmesi bile zor olan şeyleri dile getirdiği kitabı ''İlahi Komedya''sına borçludur. ''İlahi'' sözcüğü sonradan eklenmiş olup ''Komedya'' kelimesi ise bugünkü kullanımıyla değil, sonu mutlu biten anlamına gelir. Virgil önderliğinde Cehennem, Cennet ve günahlardan arınma bölgesini dolaşan Dante, bu ünlü eserinde döneminin kültürü üzerine adeta ansiklopedik bilgi vermektedir.

İlahi Komedya (İtalyanca: Commedia, Divina Commedia), Dante tarafından 14. yüzyılın ilk yarısında yazılmış, İtalyan edebiyatının en meşhur epik şiiri ve dünya edebiyatının önemli bir başyapıtı.[1]
Orta Çağ ile Rönesans arasındaki geçiş döneminde yazılmış ortaçağın döneminin bu şiiri, hayalgücü ve alegorik tasavvuru, ölüm sonrası hayatı anlattığı öyküsü ile Hıristiyan batı kiliseleri tarafından benimsendi. Eserin orijinal adı "Komedya" olmakla birlikte daha sonra 1360 yılında Giovanni Boccaccio tarafından başına "İlahi" kelimesi eklenerek Hıristiyanlaştırılmıştır.Komedya'da Dante, ölüm sonrası sırasıyla CehennemAraf ve Cennette geçen seyahati, hikâyenin kahramanı da olan kendisinin ağzından anlatır. Orta Çağda "Komedya", "tragedya'nın" aksine sonu iyi biten hikâye anlamına gelirdi. Burda eserin adındaki "komedya" kelimesi, öyküsünün güldürü unsurları taşıdığı anlamına gelmez.

İlahi KomedyaCehennem (İtalyanca: inferno), Araf (İtalyanca: Purgatorio) ve Cennet (İtalyanca: Paradiso) isimlerindeki herbiri 33 kıtadan (İtalyanca: Cantica-Kanto) müteşekkil 14,233 satırdan meydana gelir. Başlangıç kıtası şiire giriş bölümü olarak hizmet eder ve genellikle ilk bölüm içinde sayılmaz, böylece 33 kıtalık 3 bölüm ve bir ilave giriş kantosuyla toplam 100 kantodan oluşur. Eserde 3, 7, 22, 33 sayıları dikkat çeker, mesela şiirin bölümleri bu sayıların katları halinde kuruludur.
Şiir Terza Rima nazımına göre yazılmıştır, mısra sonlarında kafiyeler aba, bcb, cdc, ded,... şeklinde gider. Şiirin bu uyak yapısına uygun olarak Türkçeye aktarılmasının güçlüğü dolayısıyla uzun yıllar Türkçe çevirisi yayınlanamamıştır.
Eserdeki terza rima örgülü uyağının örneği:
Nel mezzo del cammin di nostra vita (a)
mi ritrovai per una selva oscura (b)
ché la diritta via era smarrita. (a)
Ahi quanto a dir qual era è cosa dura (b)
esta selva selvaggia e aspra e forte (c)
che nel pensier rinova la paura! (b)
İlahi Komedya'nın bu biçimi rastlantı eseri ortaya çıkmamıştır, diğer ortaçağ çalışmaları gibi semboller ve sayılarla kuruludur. İlahi Komedya'daki her üçparagrafın son kelimesi "yıldızlar"'dır. Mısraların terza rima uyağıyla örülü olması ve 3 parça olması Hıristiyanlıktaki teslise, Kantoların 33 kıtadan oluşması İsa Peygamber'in öldüğü zamanki yaşına işaret eder. Giriş kantosuyla birlikte elde edilen 100 sayısı ise kutsal ve mükemmel sayı olarak bilinirdi.
Luigi Valli gibi kimi araştırmacılara göre Fede Santa ya da Fedeli D’Amore (Aşk Sadıkları) adlı ezoterik örgütün bir üyesi olan ve “Tapınak Şövalyesi” ünvanını almış olan Dante'nin “İlahi Komedya” adlı yapıtı baştan aşağı ezoterik bilgilerin sembolizmiçinde verildiği bir yapıttır. Dante ezoterik bilginin yoğun olarak kullanıldığı, içerdiği sembolizmi tam anlamıyla çözülememiş yapıtının cehennem adlı bölümünde bunu kendisi şöyle dile getirmektedir: “Sağlıklı bir akla sahipseniz, şu tuhaf dizelerin arasında saklı öğretiyi kavrayınız.” Dante’nin yapıtındaki “cehenneme iniş” aslında inisiyasyonlarda yaşanan bir deneyimdir. İnisiyasyonlardaki ilk aşamanın sonunda yaşanan bir deneyimi ifade eder. Kimi inisiyasyonlarda bir tabutta geçirilen, tüm inisiyasyonlarda mevcut bu deneyimi yaşayan inisiye adayı, nefsani öğelerden ya da karmik tortulardan arınarak “ikinci doğuş” diye adlandırılan saf bilinç halini elde eder. Dante’nin göklerin kat kat olduğunu belirtmesi de pek çok tradisyonda rastlanan bir sembolizmdir. Kimilerine göre Dünyanın kozmik tabakalaşmasını, dünyanın esîrî maddelerinin gitgide süptillik göstermek üzere derecelenmesini simgelemektedir. Dantenin bu yapıtında kullandığı sayısal sembolizm incelendiğinde en çok kullandığı sayılar, profesör Rodolfo Benini’nin de saptadığı gibi 3,7 ve 22’dir. Yani Dante “İlahi Komedya” adlı yapıtını 3,7 ve özellikle 22 sayısını esas alan bir sistem üzerine kurmuştur. 22 sayısı Kabala’da, tarotta, ezoterizmde önem verilen bir üstad sayıdır. Bu yapıtta geçen, anlamı çözülememiş “Can Grande della Scala” sözüyle de kimilerine göre “Merdivenin Büyük Köpek Takımyıldızı” ya da “Merdivenin Büyük Kaanı” demek istemişti.